Hakkımızda

Sitemizde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmeler ülke Koordinatörlerimiz tarafından düzenli olarak takip edilmekte ve Genel Koordinatörümüz Abant İzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Veysel AYHAN'ın katkılarıyla yayınlanmaktadır.

VEYSEL AYHAN(Koordinatör)


Doç. Dr. Veysel Ayhan tarafından hazırlanan “Arap Baharı: İsyanlar, Devrimler ve Değişim” adlı kitap çalışması MKM yayıncılık tarafından kamuoyuna sunulmuş bulunmaktadır. Kitapta Arap coğrafyasında yaşanan halk hareketleri tarihsel, toplumsal, siyasal ve askeri yönleriyle kapsamlı bir şekilde irdelenmektedir. Çalışmanın kapak tanıtım yazısını sizlerle paylaşmak isteriz.


“Arap Baharı ile birlikte Orta Doğu ve Kuzey Afrika yönetimleri kendi tarihleriyle, değerleriyle ve toplumlarıyla yüzleşmek zorunda kaldıkları bir süreçten geçiyor. Tunuslu seyyar satıcı Ebu Azizi’nin kendi bedeniyle tutuşturduğu Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki tarihi ve stratejik değişim ateşinin, yüzyıl önce bölge halklarına rağmen kurulan her türlü düzeni küle çevirmesi artık kaçınılmaz. Değişim süreci günün birinde bu ülkelerin halklarına özledikleri huzur ve barışı getirecek olsa da şimdilik kanlı hesaplaşmalara tanıklık ediyoruz. Bazı ülkeler değişimi kısa vadede, bazıları ise orta ve uzun vadede tamamlayacak. Büyük resme baktığımızda ise yaşananların sadece Arap coğrafyasının değil aslında uluslararası sistemde kurulmaya başlanan yeni dünyanın ayak sesleri olduğu rahatlıkla görülüyor. İşte elinizdeki kitap öncelikle, büyük değişimin habercisi olan Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Suriye’deki halk hareketlerinin doğru veriler ışığında mümkün olduğu kadar gerçekçi bir şekilde anlaşılabilmesini hedefliyor. Kitap, son dönemde üzerinde çok şey yazılan Arap halk hareketlerinin arka planı, seyri ve geldikleri son nokta hakkında doyurucu bir içerik sunma iddiasında”

kaynak


Değişime Öncülük Etme: Arap Baharı ve Türkiye
Veysel Ayhan, ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Abant İzzet Baysal Üni.
27.04.2012

Tunuslu Abu Azizi’nin kendi bedeniyle yaktığı Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki tarihi ve stratejik değişim ateşi, yüzyıl önce bölge halklarına rağmen kurulan tüm siyasi, idari, coğrafik ve ekonomik düzenlerin yerinden edildiği bir süreci başlatmıştır. Bugün yaşadığımız çatışma ve istikrarsızlıklar başta Arap coğrafyası genelde de küresel düzeyde yeni bir dünyanın kurulmaya başlandığının ayak seslerinden başka bir şey değildir. Ancak, Arap dünyasında kurulacak olan yeni dünyanın Türkiye’nin de içinde yer aldığı tüm bölgesel ve küresel aktörleri yeni bir pozisyon ve siyaset üretmeye zorladığını görmek gerekir. Ya tarihin akışında değişim rüzgarının yanında olmak ya da statükocu güçlerle değişime karşı olmak ve kaybetmek. Abu Azizi’nin ardından yeni bir dünya kurulmaya başlanırken, doğru yerde durmak hem tarihi hem siyasi hem de insani bir sorumluluk olacaktır.

Arap Baharı, Değişim ve Türkiye

Öncelikli olarak Türkiye’nin tarihi, coğrafik, kültürel ve toplumsal düzeyde Arap coğrafyasında yaşanan değişime öncülük edebilecek tüm unsurları içinde barındırdığı tespitiyle başlamak yerinde olacaktır. Tarihi olarak bakıldığında 1918’e kadar Türkiye ile Arap coğrafyasının ortak bir kaderi paylaştığını belirtmek gerekir. I. Dünya Savaşı sonrası Türkiye kendi ulus devletini kurmaya yönelirken, Araplar da büyük devletlerin işgalleri altında ayrı devletlere bölünmüştür.

Coğrafik olarak Anadolu toprakları ile Arap yarımadası ve Kuzey Afrika toplumları arasında her zaman bir geçirgenlik bulunmaktaydı. İlk tarihi barış anlaşmasının Hititlerle Mısırlılar arasında yapıldığından günümüze geçen süre içinde Anadolu toprakları ile Arap Orta Doğusu ve Kuzey Afrika’sı arasında her zaman bir ilişki boyutu olmuştur. Makedonyalı İskender’i “Büyük İskender” yapan onun Babil’e hükümdar olması iken, Bizans da İstanbul’u başkent seçerken Doğu Bizans olmayı değil Anadolu ve Arap coğrafyasının yeni hükümdarı olmak için bunu yapmıştı. Aynı şekilde Fatih’i Fatih Sultan Mehmet yapan da onun genç yaşta hükümdar olması değil, İmparatorluklara ev sahipliği yapmış olan İstanbul’u almasıydı. Dünya tarihine I. Cihan Harbi’ne kadar geçen süre içinde yön verenler, diğer bir deyişle tarihe yön veren coğrafyanın Anadolu toprakları çıkışlı olduğunu görmek gerekir. Tarih inşa eden topraklar, I. Dünya Savaşı’nın ardından dönemin işgalci güçleri tarafından kontrol altına alınmış olduklarından söz konusu misyonlarını yitirmiştir. Ancak, Tunus’la birlikte bir çözülme ve yeniden inşa süreci başlamış ve bu topraklar bir kez daha asli görevini ve sorumluluğunu yüklenmekle karşı karşıyadır.

Kültürel düzeyde Anadolu medeniyet havzasının taşıdığı birikim Orta Doğu’dan Fas’a kadar, Bakü’den Çin’e kadar ve Edirne’den Bosna Hersek’e kadar oldukça geniş bir coğrafyaya yayılmaktadır. Etnik, dinsel, mezhepsel veya ideolojik olarak Bosna’dan Tebriz’e, Erbil’den Sana’a’ya, Kahire’den Rabat’a ve Bişkek’e kadar uzanan kültür havzasında yer alan tüm unsurların Anadolu’nun kültür havzasında bir yeri olduğu bilinmektedir.

Toplumsal düzeyde de bakıldığında Anadolu topraklarının üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan tüm toplumsal yapıların bir karşılığının Tunus’ta, Yemen’de, Bahreyn’de, Suriye’de ve diğer ülkelerde görmek mümkündür. Kültürel düzeyde bakıldığında Anadolu’nun bir yüzüyle Balkanları ve Rumeli’yi, diğer yüzleri ile Orta Doğu, Kuzey Afrika, Kafkasya ve Orta Asya’yı yansıttığını görülmektedir. Bundan dolayı Anadolu coğrafyası birçok kültürün kesiştiği bir medeniyetin havzası olarak kabul görür.

Günümüzde Arap Baharı olarak ifade edilen olgu, bir bölgenin yeniden kendi değerleri ile barışması ve tarihi sorumluluğunu ve misyonunu üstlenmesidir. Şimdi bu noktada sorulması gerekilen en temel soru, Anadolu veya Türkiye’nin Arap coğrafyasında yaşanan değişime öncülük edebilecek kapasiteye sahip olup olmadığı değildir. Çünkü Türkiye tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal olarak değişime öncülük edebilecek tüm unsurları kendi içinde barındırmaktadır.

Ancak en önemli konu Türkiye’nin değişime öncülük edebilecek liderliğe hazır olup olmadığıdır. Liderliğe hazır olmak demek yalnızca söylem düzeyinde değil aynı zamanda uygulama düzeyinde de kendi içinde değişime öncülük edebilecek hukuki, siyasi ve değersel değişimi yapmış olması veya yapacak iradeyi ortaya koymuş olması demektir.

Daha açık bir deyişle Türkiye eğer ulusal düzeyde kendi Alevi’siyle, Kürt’üyle, Şii’siyle, Hıristiyan’ıyla barışık değilse, değişime ve dönüşüme öncülük etme arzusu ve isteğinin gerçekleşme olasılığı düşüktür. Öncelikli olarak Arap Baharı’ndaki değişimin siyasal olanın halkın değerleri ile barışması olduğunu görmek gerekir. Bundan dolayı değişime öncülük edecek olan güçlerin de öncelikli olarak kendi halkını oluşturan tüm unsurların değerleri ile barışık olması gerekir. Bundan dolayı yeni Anayasa’nın Türkiye’deki tüm mezhepsel, etnik, ideolojik ve toplumsal gerginlik ve çatışmaları sonlandıracak düzeyde yazılması ve acilen de hayata geçirilmesi gerekir.

Kendi halkının değerleriyle barışık bir Türkiye’nin tarihi değişim sürecindeki en temel kazanımları ekonomik, siyasal ve küresel düzeyde hiç beklenmediğinden daha büyük olacaktır. Ekonomik olarak Türkiye Orta Doğu, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Kafkasya’daki en önemli aktör olacaktır. Türkiye çıkışlı üretim malları büyük bir ekonomik havza içinde serbest dolaşım hakkı elde edecektir. Rekabet unsurları açısından da bakıldığında yakın çevrede Türkiye’deki sanayi üretimiyle rekabet edebilecek kapasitede ülkelerin olmadığını görmek gerekir. Gaziantep’in dışında Kars, Van, Adana, Hatay, Diyarbakır, Adapazarı, Edirne gibi birçok ilimiz bölgesel düzeydeki ekonomilerin yönlendirildiği merkezler haline gelecektir. Kişi başına düşen milli gelir ve gelişmişlik seviyemiz oldukça kısa süre bir içinde Fransa ve Almanya gibi ülkeleri geçebilir. Dolayısıyla değişime öncülük etmenin en belirgin yansıması ekonomik gelişmişlik seviyemiz düzeyinde olacaktır. Türkiye, küresel güçler arasında yer alacak bir ekonomik seviyeye çıkacaktır.

İkinci yansıması siyasal düzeyde olacaktır. Bölgesel siyaseti yönlendiren bir Türkiye’nin kaçınılmaz olarak küresel siyaseti de etkileyeceği açıktır. Bugün Bosna’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de siyaset yapan ulusal ve bölgesel güçler nasıl ki Türkiye’nin tavrını ve pozisyonunu önemsiyorsa yarın Cezayir’de ve Fas’ta yaşanacak olası değişimlerde de Türkiye’nin tavrını dikkate almak zorunda kalacaklardır. Arap Baharı ile dünyada birlikte yeni bir çağ başlarken Türkiye kendisini küresel aktör düzeyine taşıyacak bir pozisyon ve fırsat elde etmiştir.

Toplumsal düzeyde de Türkiye toplumu Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya kadar her kesimle tarihi sorumluğu içinde yeni bir ilişki kurmak üzeredir. Kayserili bir birey, kendisini Cezayirliyle, Azerbaycanlıyla ve Yemenliyle aynı hissiyatı ve kaderi paylaştığını hissetmeye başlayacaktır. Olaylara küresel sorumluluk düzeyinde bakan bir toplumsal duruş oluşmaya başlayacaktır. İşte tüm bunları gerçekleştirmek ve değişime öncülük edebilmek için zaman kaybetmeksizin kendi iç sorunlarımızı çözmemiz gerekmektedir. Bunu gerçekleştiremeyen iradenin tarih ve toplum önündeki sorumluluğu oldukça büyük olacaktır.

kaynak ORSAM


Middle East analyst Veysel Ayhan:          Ceasefire in Syria not likely to last
15.04.2012


As the UN Security Council voted unanimously to authorize unarmed observers to go to Syria and monitor the cease-fire, an expert on Middle Eastern affairs has told Today’s Zaman for Monday Talk that the truce is not likely to last long.
 “The Syrian government has broken promises in the past, and so far ignored a key provision of the Annan plan to pull troops back to barracks. It is possible that Assad is stepping back tactically, said Veysel Ayhan of Abant İzzet Baysal University in Turkey.
As reports of deadly clashes surface across Syria, Ayhan expects that the Syrian regime will blame deaths on the opposition.
“Therefore, it is important to have a team of UN observers in Syria to find out what’s happening,” he added.
Kofi Annan, the envoy for the UN and the Arab League, drew up the plan that called for an advance monitoring team to be deployed immediately to Syria to observe compliance with the truce. The Annan Plan aims to end more than a year of violence in Syria, which the UN says has killed more than 9,000 people, mostly civilians.
The resolution passed on Saturday expresses an intention to establish a full mission once there is a sustained end of violence. The text “calls upon all parties in Syria, including the opposition, immediately to cease all armed violence in all its forms.”



‘It is highly unlikely that the Annan plan will last long even though the Syrian regime has been relatively respecting the truce. The Syrian government has broken promises in the past, and so far has ignored a key provision of the Annan plan to pull troops back to barracks. It is possible that Assad is stepping back tactically. There would be some clashes between the Syrian regime and the opposition forces, and the Syrian regime would blame deaths on the opposition..’


Syria’s opposition umbrella group, the Syrian National Council (SNC), welcomed the vote.
The unrest in Syria is expected to affect regional peace and stability. On this and more, Ayhan answered our questions.

Do you think Kofi Annan’s UN-backed peace plan will go beyond temporarily calming the conflict?

It is highly unlikely that the Annan plan will last long even though the Syrian regime has been relatively respecting the truce. The Syrian government has broken promises in the past and so far has ignored a key provision of the Annan plan to pull troops back to barracks. It is possible that Assad is stepping back tactically. There could be some clashes between the Syrian regime and the opposition forces, and the Syrian regime would blame the deaths on the opposition. Therefore, it is important to have a team of UN observers in Syria to find out what’s happening.

The Syrian regime accuses Turkey of plotting attacks on camps on the Turkish-Syrian border…
In a recent letter addressed to UN Secretary-General Ban Ki-moon, [Syria’s Foreign Minister Walid] Muallem wrote that the latest attacks on the Syrian-Turkish border were part of the “plot conducted by the Turkish government against Syria.” Muallem said that Turkey’s “permission to grant armed groups use of its territories to launch attacks on a neighboring country is considered an assault” and should be condemned by the UN General Assembly. Muallem says Turkey conspires with “armed groups” to “terrorize civilians at the borders and force them to flee into Turkey so as to create a refugee crisis and then request that human corridors and a buffer zone be implemented.” Syria puts the blame on Turkey for the possible failure of the Annan Plan. So it is important that UN observers go to Syria and report on the situation.

It seems like we are entering another process. Would you talk about what to expect?

If the truce continues, then there is a basis for a peaceful solution. However, if the parties do not respect the truce, we can expect different developments. As I said, it is unlikely that the truce will be respected, but I expect the Assad regime to control its use of fire. Making a truce does not mean disarmament; therefore, the problem will be there. There is a need for political negotiations between the opposition and the Syrian regime. That means finding common ground. Right now, we don’t see that; the Assad regime says that the opposition should go, and the opposition says that the Assad regime should go. They should be willing to share authority. Unless that happens, armed opposition will continue its struggle against the Assad regime. And it is highly unlikely that the opposition will be willing to negotiate with the Assad regime and give up fighting at a point where there is considerable international support behind it. It is doubtful that there will be a peaceful solution to the problem.

Then do you see a way out of such a likely deadlock?

My suggestion would be to have an international conference including Russia and Iran, and all regional countries. In that conference, they could take steps to establish a new political structure in Syria where all concerned groups will be represented. The SNC, which is supported by Turkey and the West, does not represent the whole of the Syrian opposition. And the Assad regime’s policies are not accepted by the whole of Syrian society. Power politics and threats would not get anybody anywhere.

‘Security zone expected to be established soon’
The establishment of a buffer zone in Syrian territory near the Turkey-Syria border zone has been debated -- especially, opposition forces to the Syrian regime have been calling on Turkey to establish it -- but it has not yet been executed since there are risks involved. Would you talk about those risks?

In general, states that call for a buffer zone expect an attack from the country where the buffer zone is established. After that attack occurs, then a wide-ranging operation is planned in that country. For example, in the Iraqi case, the United States was bombing Iraqi targets on the basis that it was threatening the safe heaven. A UN Security Council Resolution called for the establishment of a buffer zone following international concern for the safety of Kurdish refugees. The US and British governments established a no-fly zone over a large part of northern Iraq. Bloody clashes between Iraqi forces and Kurdish troops continued, and after some time the Iraqi government fully withdrew its military and other personnel from the region in 1991, allowing Iraqi Kurdistan to function de facto independently.

So would establishing a buffer zone or a security zone put Turkey into a situation of war with Syria?

The main purpose of establishing a security zone is to protect humanitarian operations in Syria. And the other purpose of establishing a security zone is for unimpeded delivery of humanitarian aid to the people who are affected by repression from the Syrian authorities. On the other hand, a security zone will create a safe region for arming opposition forces.

Do you think Turkey would take steps to establish a buffer zone soon?

Turkey has used strong language to condemn the violence and call for Assad not to use arms against the Syrian people and accept free elections. Recently, Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan gave messages to the effect that the Syrian regime will pay a price for the massacres in Syria. If Turkey continues with its current strategies, a buffer zone would be established. Turkey has been following an active policy in the region that would eventually lead to the establishment of a buffer zone. There are also statements from Turkish officials that give signals in that direction; one of the latest ones came from the Turkish foreign minister [Ahmet Davutoğlu, who said during an interview with the BBC that Syrian forces violated Turkish territory in fighting this week and that Turkey would make “any preparations” to defend its borders]. In addition, PM Erdoğan for the first time raised the possibility of calling on the NATO military alliance to protect Turkey’s border against incursions by Syrian forces. A fundamental principle of the North Atlantic Treaty Organization, Article 5, provides that if a NATO ally is the victim of an armed attack, each and every other member of the alliance will consider this act of violence as an armed attack against all members and will take the actions it deems necessary to assist the ally attacked.

Creation of buffer zone should be led by NATO’
This was in regards to the event last week when Syrian army troops opened fire on Syrians fleeing into a camp in Turkey’s southern province of Kilis, killing two and wounding 21 others…

Yes, and we know that Qatar and Saudi Arabia are warm to an intervention into Syria. Additionally, a NATO statement underlined that the alliance takes protecting its members very seriously. Now, we can expect that Turkey will work with its partners on the UN Security Council to push for sanctions against Syria, and at the same time evaluate possibilities for a buffer zone in Syria. Of course, Turkey would not and should not do that alone. A buffer zone in Syria cannot be crated without support from the countries of the region, including Saudi Arabia, Qatar, Libya and Tunisia. And it should be led by NATO.

The Turkish-Syrian border is long -- 910 kilometers. Where do you think that buffer zone can be established?

If the buffer zone is planned to primarily protect the Sunni Arabs, then the most suitable area for that is the Idlib area. Of course, military protection will be required for the region both by land and by air. The buffer zone will serve, above all, for reception of Syrian civilians escaping from the operations of the Syrian army before entering Turkish territory and for their accommodation without any security risk. If there are plans to avert the autonomy demands of the Kurdish opposition, then another buffer zone might be considered in the regions of Afrin, Rakka and Qamisli. [When NATO and Turkish soldiers are in that buffer zone, autonomy demands would not be carried out easily.]

You say that the strategic target of the buffer zone would be to change the Assad regime, right?

With the buffer zone, the Syrian regime might be forced to give up its strategy of buying more time by making so-called changes, and thus it might pave the way for a real democratization. Therefore, a buffer zone can apply pressure on the regime and serve for a peaceful change in Syria as well.

‘Idlib: A relatively safe zone’

From the Center for Middle Eastern Strategic Studies (ORSAM) report, “Arguments on Safe Havens in Syria: Risks, Opportunities and Scenarios for Turkey,” prepared by Oytun Orhan, ORSAM Middle East Specialist:
“The province of Idlib is situated right across Altınözü and Reyhanlı villages of Hatay. The majority of the population in the province is composed of Sunni Arabs. Besides, a small number of Turkmen lives in the province. Settlements such as Jisr al Shukur, Ariha, Salqin, Harim, Khirbat and Sarjabli are located on the borderline. Almost the whole population in the province is in the opposition camp. It can be considered as a relatively safe zone in terms of being one of the most powerful provinces of the opposition.
The Sunni Arab population living on the border would lean towards the establishment of a safe haven. The Idlib border contains less forest land and mountainous areas.
Therefore, it is a relatively more controllable region in military terms. In addition to this, it can provide vast opportunities for the Syrian military opposition to become organized more comfortably.”

‘Iran among most important actors’
Kofi Annan says that Iran can be a part of the solution in Syria. Is that possible?

We have to see that Iran is among the most important actors in the region in regards to problems in Syria. So if there is a peaceful solution sought in Syria, it is natural to see Iran in that process. Iran seeks to continue the support that it provides to Hezbollah through Syria. Tehran also seeks to see Damascus on its side when it comes to cooperating against Israel and preventing anti-Iran policies by Arab countries. If Iran’s concerns are addressed, Tehran can support a regime change in Syria. If a peaceful solution cannot be achieved in Syria, then Iran might try to use its paramilitary powers -- Hezbollah, Islamic Jihad, Badr Brigades, etc. -- to destabilize the Middle East. Therefore, in peace or war, Iran is an influential factor, and if Iran is not included in the initiatives, Tehran would try to avert attempts to solve the problems with Syria.

If the Assad regime is ousted in Syria, what would that mean for Iran and for Russia?

If the Assad regime changed in the direction of the opposition’s aspirations, this would mean a serious loss of influence for Iran and Russia in the eastern Mediterranean. Iran, starting from Tehran, has political and military clout in Bagdad, Damascus and Tyre -- the Shiite Crescent. Syria has logistical importance for Iran as Damascus is crucial to the continuation of Iran’s relations with Hamas and paramilitary groups. The current Syrian regime is of vital importance to Iran.
When it comes to Russia, Moscow has had a strategic relationship with Syria since the 1950s, and Moscow thinks that a regime change in Syria would negatively affect Russia. First of all, Russia would lose its naval base in the Mediterranean, but beyond that -- Moscow’s influence in Middle Eastern politics through Syria would be weakened. Russia is able to define itself as a global actor because of its role in the Syrian problem today. In other words, the current Syrian regime enables Russia to play an important role in the global arena, and at the same time, Moscow’s space grows in the Arab world economically, politically and militarily. A regime change in Syria would mean the loss of all that!

Then is it possible to say that Russia and Iran will do whatever they can to assure the continuation of the status quo in Syria?

I don’t expect them to get into a military conflict with Turkey or NATO forces. However, they will try to use diplomacy to protect their interests. All indicators show that Iran and Russia would only use diplomacy, nothing else.

‘Disintegration of Iraq worries Baghdad’
Iraq is expected to be seriously influenced by a possible regime change in Syria. Would you explain how and why this could happen?

At the basis of the Syrian problem is the uprising of the Sunni Arabs and Kurds against Damascus, demanding political status. As the Sunni Arabs aspire to govern Syria, Kurds try to gain autonomy in the region where they live. In both cases, the Shiite Arab government in Baghdad sees that developments in this direction would have a negative impact; in that case, Mosul’s Sunni Arabs could politically cooperate with Damascus instead of Baghdad, and the Kurds would be prone to seek cooperation in the Arbil-Qamisli direction. Therefore, Iraq’s political and societal disintegration would be worrisome for the Baghdad regime.

Another party that would be seriously affected by Assad’s fall in Syria would be Hezbollah in Lebanon. What dynamics are there?

According to a statement from Syrian National Council President Burhan Ghalioun, after the revolution in Syria is complete, they will review Syria’s relations with Hezbollah. Indeed, even though the Syrian people feel warm toward Hezbollah, the SNC in exile say that Hezbollah is Iran’s satellite in the region. This shows how the SNC is apart from the values of the Syrian people and approaches issues from the Western perspective. On the other hand, Hezbollah seems to be losing its influence among the Sunni Arabs due to its support for the Assad regime following the uprising. If Assad falls in Syria, new elites seem likely to cut ties between Iran and Hezbollah and limit political and military support given to Hezbollah. That would mean meeting the demands of the Gulf States and [former Lebanese prime minister Saad] al-Hariri in regards to reducing the influence of Hezbollah and its disarmament.


kaynak todayszaman


Suriye’de Devrim Olur Mu?: Behram Modeli Üzerinden Bir Analiz
Veysel Ayhan, ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Abant İzzet Baysal Üni.


Son günlerde en sık tartışılan konuların başında Suriye’de Devrim olup olmayacağı, dış müdahale seçeneği ve olası bir Türkiye-Suriye Savaşı’nın bölgesel ve küresel bir çatışmaya yol açıp açmayacağıdır. Suriye’de bir devrimin olup olmayacağını veya Esad’ın devrilip devrilmeyeceğini Behram modeli üzerinden analiz ederek bir sonuca varabiliriz. Behram modeli hem soruna teorik hem de günümüzde Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan isyanların devrimle sonuçlanıp sonuçlanmayacağını anlamak için oldukça önemli bir açıklama gücüne sahiptir. Dolayısıyla Esad rejiminin geleceğini ve 10 Nisan sonrası durumu daha iyi öngörebilmek açısından Behram Modeli ile sorunu irdelemek yerinde olacaktır.

Behram Modeli: Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki İsyanların Başarısı veya Başarısızlığı

Behram Modeli hem realist hem de plüralist varsayımları kendi içinde barındıran ve uluslararası ilişkilere bütüncül ve mikro düzeyde bakmayı hedefleyen bir modeldir. Model temelde rejimlerin ve isyanların geleceğini öngörmede bazı sütunlar üzerinden hareket edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Behram modelinde her rejiminin kendi içinde belli bir toplumsal istikrarsızlık unsuru barındırdığını ileri sürmekte, ancak istikrarın isyan ve devrimle sonuçlanması için belli sütunların yakılması veya ciddi şekilde hasar görmesi gerektiği ilkesine dayanmaktadır. Günümüz Orta Doğu ve Kuzey Afrika’sında 2011 öncesi var olduğu ileri sürülen siyasi istikrarın esasında göreceli olduğu ve toplumsal düzeyde söz konusu ülkelerin ciddi bir istikrarsızlık unsuru barındırdığını belirtmek gerekir. Bununla birlikte toplumsal istikrarsızlık unsurları bir devrimle sonuçlanmamış olmasının nedenlerini ortaya koymak gerekir. Bu kapsamda tarafımızdan önerilen Behram Modeli isyanların devrimle sonuçlanıp sonuçlanmayacağını açıklamada oldukça önemli bir analiz çerçevesi sunmaktadır.

Behram Modeli’nde, isyan hareketleri ile karşı karşıya kalan Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki rejimlerin ikisi içsel, ikisi de dışsal aktörlerin krize verdiği tepki neticesinde rejimin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği ölçülebilmektedir. İçsel aktörler; toplumsal gruplar ile kurumsal yapılar olarak tanımlanmakta ve analiz birimi olarak kullanılmaktadır. Dışsal aktörler de bölgesel ve küresel güçler olarak dikkate alınmaktadır. Söz konusu dört aktör arasındaki ilişkinin iyi irdelenmesi halinde isyanların devrimle sonuçlanıp sonuçlanmayacağının öngörülebileceği ileri sürülmektedir.

Bu bağlamda öncelikli olarak modelde kullanılan iki ulusal aktörün tanımlandırılmasının yapılması gerekmektedir. İçsel veya ulusal aktörleri Orta Doğu ve Kuzey Afrika toplumuna özgü olarak kendi içinde toplumsal gruplar ve devlet kurumları olarak ayrıştırmaktayız. Ulusal düzeyde etki ve kapasiteleri bağlamında dikkate alınan aktörlerin başında ise toplumsal gruplar gelmektedir. Bu bağlamda rejimlerin toplumsal desteğinin mutlaka dikkate alınması gerekmektedir. Rejimin toplumsal desteğinin ölçeği, niteliği ve yapısının iyi analiz edilerek, söz konusu rejime ve liderliğe ne kadar destek vereceğinin ölçülmesi gerekir. Rejime verilen desteğin ideolojik, etnik, mezhepsel, kabilesel ve dinsel olup olmadığının açık bir şekilde tanımlanması, tarihsel olarak daha önceleri yaşanmış istikrarsızlıklarda rejime verdiği desteğin irdelenmesi ve söz konusu toplumsal grup/grupların hem sayısal hem de nitelik olarak toplum içindeki oranının belirlenmesi gerekmektedir. Rejime verilen desteğin niteliği aynı zamanda istikrarsızlığın derinleşmesi durumunda desteğin sürüp sürmeyeceğinin anlaşılmasında önemli olmaktadır. Daha açık bir deyişle Libya’da olduğu gibi rejim kabilesel bir desteğe sahipse, kabilenin büyüklüğü, diğer toplumsal katmanların desteği veya düşmanlığının tarihsel veriler ışığında irdelenmesinde yarar vardır.

Behram Modeli’nde önemli bir diğer ulusal aktör olarak dikkate alınan kesim ise devlet kurumlarıdır. Bu kapsamda güvenlik birimleri, istihbarat birimleri, sivil siyasetçiler ve bürokratların rejimle ilişkileri oldukça önemlidir. Söz konusu aktörlerin isyana bakışları, isyan sırasında üstlendikleri roller ve rejime verdikleri desteği bilmek ve bunun oranı ile etkisini hesaplamak gerekir. Örneğin, Mısır ve Tunus devrimlerinde Ordu ve devlet bürokrasisi isyanın başında Devlet Başkanına destek vermemişti. Libya’da güvenlik güçleri ve devlet bürokrasisi kendi içinde kısa sürede ciddi bir ayrışma yaşarken, Bahreyn’de el Halife ailesine olan bağlılığını sürdürmüştü. Dolayısıyla Behram Modeli’nde bir rejimin geleceği üzerine yapılan öngörülerde ulusal aktör düzeyinde dikkate alınan iki temel sütün vardır. Bunlardan birincisi rejimin toplumsal desteğinin ölçülmesi ikincisi ise devlet kurumlarının rejime verdiği desteğin niteliği ve yapısıdır. Söz konusu iki aktörün yapısı, pozisyonu, birbiriyle ilişkileri ve etki gücü hesaplanmadan bir isyanın geleceği üzerine öngörüde bulunmanın yanlış varsayımların ortaya çıkmasına yol açabileceğini ileri sürebiliriz.

Behram Modeli’nde bir isyanın devrimle sonuçlanıp sonuçlanmayacağında dikkate alınması gereken bir diğer unsur da bölgesel destek olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir deyişle iki ulusal aktörün yanında isyanla karşı karşıya kalan rejimin bölgesel desteğini bilmek gerekir. Bölge ülkeleri, isyancıları mı yoksa rejimi mi destekliyor, desteğin niteliği ekonomik mi askeri mi veya bölge desteği ideolojik mi yoksa mezhepsel mi gibi ayrıntıları hesaplayabilmek gerekir. Bölgesel kapsamda verilen desteğin, söz konusu devletin toplumsal grupları tarafından da içselleştirilip içselleştirilmediğini bilmekte yarar vardır. Örneğin İran rejiminin Esad yönetimine verdiği destek İran halkı tarafından da benimsenmektedir. Dolayısıyla Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan isyanların başarısı belli ölçülerde bölge ülkelerinin izlediği politikalarla da ilişkilidir. Bölge ülkelerinin desteği veya rejimi devirme girişimlerini kapasite ve etkileri oranında ölçmekte yarar vardır.

Son olarak Behram Modeli’nde küresel aktörlerin politikalarına odaklanılması gerektiği vurgulanmaktadır. Rejimlerin geleceği isyan hareketinin yanı sıra küresel desteğin veya karşı olma durumunun yapısıyla da doğrudan ilişkilidir. Küresel aktörlerin uluslararası politika ve örgütlerdeki rolleri, desteğin mahiyeti ve ölçeği, verilen desteğin küresel aktörün ulusal aktörleri tarafından içselleştirilmesi gibi birçok unsuru bu süreçte analiz etmek gerekir. Örneğin, rejimi destekleyen küresel aktörün BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olup olmaması arasında oldukça önemli bir fark olduğunu not etmek gerekir.

Diğer yandan söz konusu 4 sütunun birbirinden bağımsız olmadığını da belirtmek gerekir. Aralarında doğrudan bir bağlantı bulunmaktadır. Örneğin, isyanla karşı karşıya kalan rejim, eğer iki ulusal aktörün desteğini önemli oranda yitirmişse de, bölgesel ve küresel destek de yitirilebilir. Diğer yandan ulusal aktörlerin desteği sürüyor ise bazı bölgesel veya küresel aktörler rejimi desteklemeyi sürdürebilir. Böyle bir durumda isyanın başarılı olmasını isteyen ve bu konuda isyancı grupları destekleyen devletlerin girişimleri sonucu ülke ya iç savaşa sürüklenebilir ya da dış müdahale ile karşı karşıya kalabilir. Dış müdahaleye rağmen rejim daha önce sahip olduğu ulusal aktörler ve bölgesel desteği sürdürüyorsa, işgalci güçlerin uzun bir süre müdahale ettiği ülkede asker bulundurması gerekir. Örneğin, Libya’da Kaddafi’nin sınırlı düzeyde de olsa toplumsal ve kurumsal bir desteğe sahip olduğu bilinmekteydi. Bölgesel ve uluslararası düzeyde de oldukça sınırlı düzeyde de olsa bir destek vardı. Bundan dolayı dış müdahale seçeneği devreye girmek zorunda kaldı. Ancak, müdahale eden güçler rejimi devirdikten hemen sonra ülkeden çıktıklarından Libya bugün bir iç savaşa sürüklenme ve bölünme riski altına girmiş bulunmaktadır. Diğer yandan Bahreyn örneğinde ise tam tersi bir şekilde rejimin sınırlı düzeyde toplumsal desteğe karşı ulusal kurumlar düzeyinde tam bir desteğe sahip olduğu görülmektedir. Bölgesel alanda da İran hariç diğer ülkelerinin tam desteğini arkasına almıştır. Küresel düzeyde de ABD ve AB ülkeleri başta olmak üzere birçok ülke rejimin yanında yer almıştır. Bundan dolayı Bahreyn’deki isyanın bir devrimle sonuçlanması oldukça güçtür.

Behram Modeli’ni biraz daha ayrıntılandıracak olursak  söz konusu modelde rejimler dört ayaklı bir masaya benzetilmektedir. Masanın sallanmadan ayakta kalması için dört ayağının da yere sağlam basması gerekmektedir. Eğer masanın bir ayağı sallanmaya başlarsa, rejim istikrarsızlık yaşamaya başlamış demektir. Bir ayak tamamen ortadan kalksa, rejim doğrudan devrilmez ancak yine de ciddi şekilde istikrarsızlaşmış ve dengede durması güçleşmiştir. Eğer iki sütun çökerse, diğerleri rejimi taşımaya çalışır, ancak bunlar da daha fazla baskıya dayanamaz ve çökerler. Dolayısıyla Behram Modeli’nde isyanların devrimle sonuçlanıp sonuçlanmayacağının anlaşılması için dört sütünün yapısının mutlak suretle bilinmesi gerekmektedir. Doğal olarak Behram Modeli söz konusu dört temel sütunun tarihsel gelişimini, güvenlik ve stratejik olarak birbirleriyle ve soruna taraf olan diğer ulusal, bölgesel ve uluslararası aktörlerle ilişkilerini bilmeden bir analizde bulunmanın gerçekçi olmadığını ileri sürmektedir.

Behram Modeli Üzerinden Esad’ın Rejiminin Geleceğinin Analizi

Behram Modeli üzerinden Suriye’deki isyanın nasıl sonuçlanacağını öngörebilmek için,  Esad rejiminin ayakta kalmasını sağlayan dört temel sütunun rejimle ilişkisini irdelemek gerekir. Bu noktada 2 ulusal aktörün pozisyonu, bölgesel aktörlerin pozisyonu ve son olarak da küresel aktörlerin politikalarına bakmamız gerekir. Nitekim Behram Modeli’nde olası Suriye devrimin dört temel sütunun yapısı ve birbirleriyle ilişkilerinin ortaya konmadan analiz edilemeyeceği öngörülmektedir. Bu yapıları rejimin dengesi, istikrarın ölçeği veya istikrarsızlığın odağı olarak da tanımlamak olasıdır. Rejimin dengesi ve istikrarlı bir şekilde varlığını sürdürmesi, yukarıda belirtilen dört sütunun rejime verdiği desteği sürdürmesi durumunda gerçekleşebilir. İstikrarın ölçeği de söz konusu dört sütunun rejim ile olan ilişkisi bağlamında değerlendirilmektedir. Örneğin bir ulusal aktör ile bölgesel aktörler isyancıları desteklemeye başlamışsa istikrarsızlık yaşanmaya başlamış demektir. Eğer dört aktör isyancıların yanındaysa rejimin değişmesi kaçınılmaz olmaktadır. Son olarak da istikrarsızlığın odağı kavramı; ulusal, bölgesel ve küresel aktörlerin rejime veya muhalefete destek noktasında kendi aralarında nasıl ayrıştığı ile ilişkili bir durumdur. Örneğin bölge ülkelerinin bir kısmı rejimi bir kısmı da muhalefeti destekliyorsa istikrarsızlığın odağını bölgesel aktörlerin politikaları oluşturmaktadır. Eğer toplumsal gruplar muhalefeti devlet kurumları ise rejimi destekliyorsa o zaman da istikrarsızlığın odağı ulusal aktörler arasındaki mücadele olmaktadır. Böyle bir durumda ülke uzunca yıllar sürecek bir istikrarsızlık döngüsüne girmektedir. İstikrarsızlık, ya ulusal ya bölgesel ya da küresel aktörlerin politikalarından kaynaklanmaktadır.

Ulusal aktörlerin tutumundan başlayacak olursak, Esad rejimi toplumun bir kısmının desteğini kaybederek ciddi bir istikrarsızlık yaşamaya başlamıştı. Zira toplumsal destek baba Esad döneminden beri zaten yitirilmiş olduğundan rejim sürekli bir şekilde iç istikrarsızlık yaşamaktaydı. Ancak, Esad rejimi aynı zamanda toplumun bazı kesimleri tarafından desteklendiği için rejimin belli bir meşruiyeti bulunmaktaydı. Daha açık bir deyişle azınlık gruplarından ve ideolojik olarak Baasçı kesimlerden alınan destek rejimin belli bir toplumsal meşruiyeti korumasını sağlamıştır. 2011 isyanı üzerinden bir yıl geçmesine karşın, söz konusu toplumsal destekte ciddi bir çözülme yaşanmadığı görülmektedir. Ancak muhalif gruplar ise askeri bir direnişle kendi toplumsal desteklerini genişletmeye başlamıştır. Buna rağmen Esad rejiminin toplumsal desteğinin kısmi de olsa sürdüğü görülmektedir. Bunun da ötesinde rejime verilen desteğin mezhepsel (Nusayri, Dürzi, İsmaili ve Caferi), dinsel (Hıristiyan gruplar) ve ideolojik (Baasçı, sol, seküler) olması Suriye’deki siyasal sistemin varlığını askeri yöntemlerle koruma konusunda daha aktif bir pozisyon almasına yol açmaktadır. Çünkü muhaliflerin de mezhepsel (Sünni) ve ideolojik (İslami, muhafazakar) yanlarının olması rejim taraftarlarının korku ve endişe güdüsüyle rejimi savunmalarında önemli bir rol oynamaktadır.

Behram Modeli’nde Suriye rejiminin ve isyanının geleceğini etkilemede önemli bir role sahip olduğu varsayılan bir diğer ulusal aktör de devlet kurumlarıdır. Suriye’de devlet kurumu olarak analize dahil edilen aktörlerin başında ise güvenlik güçleri, istihbarat birimleri, sivil bürokrasi ve diplomatik misyonlar gelmektedir. Suriye’de devlet kurumlarının örgütlenmesinde toplumsal yapının rejimle ilişkileri üzerinden bir örgütlenme sağlandığında bu aktörlerde de hali hazırda bir çözülme yaşanmış değildir. Diğer bir deyişle Ordu, istihbarat, sivil bürokrasi ve diplomatik misyonlar rejimi desteklemeyi sürdürmektedir. Örneğin Suriye’de rejim ile ilişkisini kopartan ve muhalefet safına geçen büyükelçi, Bakan, milletvekili ve üst düzey güvenlik birimi mensubunun sayısı dikkate alınmayacak düzeydedir. Dolayısıyla devlet kurumlarının rejime verdiği desteği sürdürdüğü görülmektedir. Bundan dolayı rejimin ulusal aktörler düzeyinde varlığını sürdürecek bir desteğe sahip olduğu düşünülmektedir.

Suriye’deki isyanın bir devrimle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı bölge ülkelerinin Suriye rejimine verdiği destekle de ilişkilidir. Behram Modeli’nde 3. aktör olarak tanımlanan bölgesel destek bağlamında bakıldığında Suriye rejimi, hali hazırda Irak ve Lübnan’da  iktidarı elinde tutan kesimler ile İran’ın desteğini arkasına almış durumdadır. Doğrudan veya dolaylı olarak Suriye’ye komşu olan 3 ülkenin rejime verdiği destek isyanın geleceği açısından yaşamsal önemdedir. Aynı şekilde İsrail’in de hem bölgesel bir aktör olarak hem de Suriye sorunundan birincil derecede etkilenen bir ülke olarak Esad rejimine verdiği dolaylı destek dikkat çekmektedir. Diğer yandan Türkiye ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bölge ülkelerinin bir kısmı ise muhalefeti desteklemektedir. Dolayısıyla bölge ülkeleri de Suriye sorunu karşısında toplumsal aktörler gibi kendi içinde iki rakip kampa bölünmüş durumdadır.

Behram Modeli’nde ileri sürülen küresel aktörlerin pozisyonu konusuna gelecek olursak, burada da Rusya ve Çin’in Suriye rejimine verdiği desteği mutlaka dikkate almamız gerekir. BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri olarak her iki ülkenin politikalarını dikkate almadan Suriye rejiminin geleceği konusunda analiz yapmanın gerçekçi olmadığı görülmektedir. Ayrıca küresel desteğin niteliğinin (ekonomik, diplomatik ve askeri destek), rejimle olan ilişkilerin stratejik ve güvenlik algısı açısından konumunun (rejimle ilişkiler yaşamsal önemde tanımlanıyor mu) ve diğer aktörlerle ilişkilerin (ABD, AB ve bölge ülkeleriyle ilişkiler) ortaya konması gerekmektedir. Örneğin Rusya’nın Suriye rejimine verdiği desteğin niteliği askeri mi yoksa salt diplomatik mi olduğu önemlidir. Eğer destek hem askeri hem de diplomatik olarak veriliyor ise, rejim değişim talepleri karşısında direnmeye devam edebilir. Bu noktada Behram Modeli’nde vurgulanan diğer üç aktörün pozisyonun da göz ardı edilmemesi gerekir.

Bu bağlamda, Behram Modeli üzerinden Suriye rejiminin geleceğini veya Türkiye’de son günlerde tartışıldığı üzere 10 Nisan sonrası ne olacağı sorusuna cevap verecek olursak, yukarıda saydığımız 4 temel aktör rejime destek vermeye devam ettiği ya da bunlardan biri çökmediği taktirde rejimin içerinden isyan ve dışarıdan baskı ile barışçıl bir değişim yaşaması oldukça güçtür. Bu dört aktörün her birinde rejime verilen destek farklı düzeylerdedir. Ancak her bir aktörün rejime verdiği destekte bir değişim yaşanmakla birlikte her sütün rejime destek noktasında ayakta kalmayı sürdürmektedir. Masa örneğine dönecek olursak masanın bazı ayaklarında zayıflamalar olmakla birlikte hiçbir sütunda tam bir kırılma yaşanmamıştır.  Dolayısıyla Behram Modeli’ne göre Suriye’deki rejim kısmi düzeyde de olsa bu 4 sütunun desteğini almayı sürdürdükçe varlığını da uzun yıllar koruyabilecektir. Söz konusu 4 temel aktörün desteğine rağmen rejimi değiştirmek isteyen ulusal, bölgesel ve küresel aktörlerin askeri yöntemler dışında başka bir strateji ile rejimi devrimsel düzeyde değiştirmesi oldukça güçtür. Bu kapsamda, rejim değiştirilmek isteniyorsa ya ulusal aktörlerin, ya bölgesel ya da küresel aktörlerin desteği çökertilmek zorundadır. Diğer yandan Suriye örneğinden hareket edersek, ülke içindeki kurumların ve toplumsal gurupların desteği ortadan kaldırılmadan, rejime verilen bölgesel ve küresel destek çökertilse bile rejim ayakta kalmayı sürdürmek isteyecektir. Çünkü rejime verilen destek mezhepsel, dinsel ve ideolojik bir yapıya sahip olduğundan değişim, söz konusu gruplar açısından Suriye’deki varlıklarına ciddi bir tehdidin oluşması anlamı taşımaktadır. Ancak, bölgesel ve küresel destek çökertilirse, ulusal aktörlerin baskı karşısında dayanma gücü de sınırlı olacağından, çöküş kaçınılmaz olmaktadır. Ancak, İstanbul’da düzenlenen Suriye’nin Dostları toplantısına katılan ve katılmayan ülkelere bakıldığında bile Suriye rejimine bölgesel ve küresel desteğin sürdüğü görülmektedir. Söz konusu toplantıda Suriye muhalefetinin bir kısmı temsil edilirken, aynı zamanda bölge ülkelerinin sadece bir kısmı toplantıya katılmıştır. Ayrıca küresel aktör düzeyinde bakıldığında Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin bir kısmının toplantıyı desteklediği görülmektedir. Nitekim Behram Modeli üzerinden bakıldığında Suriye’de rejim karşıtı eylemlerin başlamasının üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen  rejimin nasıl hala ayakta olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

Diğer yandan söz konusu sınırlı düzeydeki desteğe rağmen muhalif konumda yer alan ulusal, bölgesel ve küresel aktörlerin rejimi devirme yönünde askeri seçeneğe öncelik vermesi durumunda kaçınılmaz olarak Suriye’de yaşanan iç savaş ülkeler arası savaşa dönüşebilir. Ülkeler arası savaş da bölgesel bir savaşa yol açabilir. Bölgesel savaş küresel güçlerin sürece katılmasıyla daha da karışık ve kanlı bir sürece doğru evrilebilir.

Sonuç olarak özelde Suriye’de yaşanan genelde de Arap coğrafyasında yaşanan isyanlar Behram Modeli üzerinden analiz edebilir. Suriye’deki sürecin geleceğini öngörebilmek açısından Behram Modeli’nin belirtmiş olduğu 4 sütunun rejimle olan ilişkisini iyi irdelemek gerekir. Eğer 4 sütunda ciddi bir çözülme varsa, barışçıl değişim, sınırlı düzeydeyse bir iç savaş, çözülme yoksa rejimin isyanı kontrol ettiği bir süreç yaşanmaktadır. Dolayısıyla, Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn, Suudi Arabistan ve son olarak Suriye’deki isyan ve devrim süreçleri; ulusal, bölgesel ve küresel aktörlerin politikaları, tarihsel olarak birbirleriyle ilişkileri ve isyanın başlangıcında ve ilerleyen süreçlerindeki rolleri gibi birçok faktör dikkate alınarak analiz edilmelidir.
kaynak ORSAM




Türkiye-Suriye savaşına doğru
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Orta Doğu Stratejik Araştırmaları Merkezi (ORSAM) Orta Doğu Danışmanı Doç. Dr. Veysel Ayhan, Suriye’de yaşanan son gelişmeleri ve İstanbul Konferansını değerlendirdi.
05.04.2012

Orta Doğuyu karış karış gezen ve üniversitelerde Uluslararası İlişkiler, Uluslararası İlişkiler Teorileri I-II, Orta Doğu'da Milliyetçilik ve Azınlıklar, Orta Doğu’da Toplumsal Muhalefet Hareketleri, Orta Doğu'da Toplum ve Siyaset, Küresel ve Bölgesel Enerji Politikaları lisans derslerinin yanı sıra Uluslararası İlişkiler Teorileri, Orta Doğu'da Güncel Sorunlar, ABD Dış Politikası Yüksek Lisans Dersleri ile Uluslararası Sistemde Basra Körfezi, Orta Doğu'da Muhalefet Hareketleri, Irak Sorunu başlıklı doktora dersleri veren Doç.Dr. Veysel Ayhan  Suriye gündemi ile ilgili sorularımızı yanıtladı.

Yıllardır Orta Doğu’ya gidip geldiğini ve 2010 yılındaki ziyaretinden sonra  “Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki toplumsal muhalefet hareketleri” isimli bir dersin yüksek lisans ve lisans öğrencilerine verilmesi gerektiğini söyleyen ve dersi ekleten Ayhan: “Toplumsal bir patlamanın ve devrimin yaşanacağını öngörmüştük. Nisan ayında MKM yakıncılık tarafından yayınlanacak olan “Arap Baharı: İsyanlar, Devrimler ve İç Savaşlar” adlı kitabımda da toplumsal istikrarsızlıkların isyanlara yol açtığına değiniyorum. Açıkçası Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı yeniden okumamızı gerektiren oldukça önemli bir süreçten geçmekteyiz. Arap Baharı halen tam anlamıyla anlaşılmış bir olgu değildir. Niekim, kitap çalışmamda da Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki toplumsal halk hareketlerini tarihsel ve toplumsal dinamiklerini tanımlayarak sürecinin ele alınması gerektiğini dikkat çekmekteyim.

Bugün yaşananları anlamak için Orta Doğu ve Kuzey Afrika tarihinin farklı bir gözle okuması gerektiğini, Soğuk Savaş veya Amerikan etkisinin altında yazılmış Orta Doğu kitaplarının bir köşeye koyulup alternatif tarih okuyuculuğu ile bugünü anlaşılabileceğini, 2 hafta sonra okuyucu ile buluşacak “Arap Baharı” adlı kitapta alternatif tarih okuyuculuğu  üzerinden giderek bugün yaşanan olayları anlamlandırdığını belirten Ayhan İstanbul konferansına bakıldığında Suriye’nin Dostlarının Suriye’de bir devrim için Suriye muhalefeti askeri olarak da destekleme kararı aldığını belirtti. Dostlar grubunun Esad rejimini değişime zorlayabilmek için  iki temel unsuru kullandığını vurgulayan Ayhan, bunlardan 1. temel unsurun diplomatik baskıların arttırılması ve Güvenlik Konseyi platformlarında süreci hızlandırmak olduğunu 2. temel unsurun da Suriye muhalefeti ile olan durum olduğunu belirtti. Önemli olanın  Suriye Ulusal Konseyi’nin bütün kesimler tarafından kabul görmesi olduğunu ve Tunus da buna benzer bir açıklamanın daha önce yapıldığını  belirten Ayhan: “Bu konferansta Konseyin şemsiye bir örgür olarak kabul edilmesi ve bu noktada  özellikle mali fonların sağlanması noktasında uluslararası anlamda önemli bir destek olmasını sağlayacaktır. Suriye Ulusal Konseyi ciddi anlamda rol üstlenmiştir. İstanbul toplantısının ardından toplantıya katılan ülkeler ciddi anlamda Konseye destek vermeye başlayabilirler. Bu yardım kapsamında askeri yardımında yapılması öngörülmektedir ve bundan dolayı Suriye rejimi İstanbul toplantısını Savaş ilanı olarak tanımlamıştır” şeklinde konuştu.

Daha sonra açıklamalarını Suud ve Katar’ın Konseye 100 milyon dolarlık bir yardım öngörmesi ve bunun savaşan güçlere de aktarılması askeri ekipman desteğinin de sağlanması Suriye muhalefetinin askeri anlamda güçlendirileceği anlamına gelmektedir. Suriye’de Esad’ın belirttiği gibi çatışmalar durmuş  tezi İstanbul konferansı ile birlikte kabul edilmemiştir” sözleri ile devam ettiren ORSAM Orta Doğu Danışmanı Doç. Dr. Veysel Ayhan : “Konferans çatışmaları daha da derinleştirme noktasında  tarihi kararlar almıştır. İran, Irak, Çin ve Rusya toplantıyı eleştirmişsede katılan ülkelerin sayısal olarak çoğunluğu Suriye muhalefetinin tanınmış olması krizin derinleşerek süreceğini göstermektedir” dedi. Türkiye’nin Suriye muhalefetinin askeri direnişinde öncü rolü oynamaya aday olduğunu vurgulayan Ayhan, Suriye halklarının misakı denilen toplatıya Kürtler katılmamasını, dışta kalmasını Dostlar grubunun meşru olmasını engellediğini belirtti. Bunun toplantıda da dile getirildiğini söyleyen Ayhan: “Kürtlerin taleplerini karşılayabilecek bir düzenleme gerçekleştirilmemiştir. Bu da konseyin sadece bir kısım muhalefeti temsil ettiğini gözterir. Ancak diplomatik açıdan Suriye Ulusal Konseyi tanınmıştır. Fakat Ulusal Konsey bugün itibarile Suriye’de ki tüm muhalefler tarafından öncü yapı olarak tanınmamaktadır. Bu devrim hareketini ciddi şekilde sıkıntıya sokabilir. Eğer diğer guruplar ile işbirliği kurulamazsa onların  desteği alınamazsa Ulusal Konsey  bu gurupların konrolünde olan bölgelere bir savaşçı bile gönderemez” ifadelerini kullandı.

Kürtler'in Esad ile işbirliği yapmayacağını, Ulusal Konsey’in  maddi fonlarını ve askeri desteklerini belli guruplara göndermesi ve diğerlerini dışlaması, onların temel sorunların tartışma zemini içerisine çekmemesi halinde  Kürtler’in de kendi politikalarını belirleme haklarını ellerinde tuttuğunu belirten Ayhan; “Bu bir anlamda özerk bölge ilanına kadar gidebilir.Suriye Ulusal Konseyi daha kapsayıcı  bir adım atmalıdır. Aksi halde Kürtler daha bağımsız hareket ederek kendi politikalarını oluşturabilir” dedi.
Suriye krizinin en önemli aktörleri arasında İran’ın yer almakta olduğunu Başbakan’ın ziyaretinde iki önemli konunun gündeme geldiğini, bunların nükler enerji  ve Suriye  olduğunu belirten Ayhan  İran’ın öncelikleri arasında nükleer enerjinin olmadığını ve yapılan açıklamalara bakıldğında Suriye konusunda Türkiye ile bir işbirliğine girilmediğininin anlaşıldığını belirten Doç. Dr. Veysel Ayhan: “Suriye’de şu an  bir iç savaş yaşanmaktadır. İçeride rejimi destekleyenler ile desteklemeyenler arasında kanlı bir iktidar mücadelesi yaşanmaktadır. Maalesef Suriye tolumsal olarak ayrışmaktadır. Bu kanlı iktidar mücadelesi  uzarsa süreç  Suriyenin parçalanmasına kadar gidebilir. Dış müdahale seçeneğini tartışan ülkelerin mutlaka Suriye’ye 100 binlerce asker girmediği sürece iç savaşın durdurulamayacağını da öngörmesi gerekir. Güvenlik Konseyinde Rusya kendi pozisyonunu koruduğu müdtetçe de Güvenlik Konseyi’ne dayanmayan askeri müdahalenin karşısına silahlı bir direniş çıkabilir. Buda dış müdahalede bulunacak veya güvenli bölge oluşturacak güçün Suriye halkı ile savaşmayı göze alması gerektiği anlamına gelmektedir” değerlendirmesinde bulundu.

Türkiye’nin yanı başında bir iç savaş yaşandığını vurgulayan Ayhan: “ Bu iç savaş Türkiye’yi ekonomik,siyasi ve güvenlik açısından etkiliyor.Bu Türkiyenin istikrarına doğrudan bir tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenle aktif rol oynamak istiyor Türkiye. Uluslararası toplum ile Suriyeli grupları harekete geçirmeye çalışıyor. Bu iç savaş  rejimin galibiyeti ile sonuçlanacak bir iç savaş değil. Siyasal sistem mutlaka ve mutlaka bir değişim geçirmek zorunda. Türkiye rejimin bu güçlü direnişinin kilidini nasıl açabileceğini düşünüyor. Sorun uzadıkça Türkiye sıkıntı yaşamaya devam ediyor. Batı rejimin değiştirilmesi noktasında net bir tavır sergilemiyor. Türkiye’nin politikası çok net.Rejim bir şekilde değişecek” dedi. Suriye rejimi üzerinde bu kadar  ilişkiye rağmen Türkiye’nin sınırlı düzeyde etkisi olduğunu ve Türkiye’nin rejimi değişime zorlamak noktasında şuana kadar etkisiz bir aktör olduğunu Muhalefete ilk başlardan itibaren açık destek verildiğini ancak henüz tüm gurupları kapsayan muhalefet hareketi oluşturulamadığını vurgulayan Ayhan sözlerini şöyle sürdürdü; “Bu noktada daha aktif olmalıyız. Amaca uluşmadaki sıkıntımız Esad rejiminin bölgesel ve küresel destek almasıdır. Türkiye’nin bütün Suriye halkının güvenini sağlayacak politika sergilemelidir. Hıristiyanların, Durzilerin, Kürtlerin ve Alevilerin tümünü kapsayan bir politikamız olması gerekir. Eğer henüz Alevilerin desteğini Ankara’da göremiyorsak bir sorun var demektir. Çok ciddi şekilde Tampon Bölge ve Güvenli Bölge planları tartışılıyor. Bu doğrudan askeri müdahaleyi veya bir sıcak çatışmayı göze almak anlamına gelmektedir.”

Daha sonra Ayhan konuşmasında “Beşar Esad rejiminin ayakta kalmasını sağlayacak olan 3 temel denge var. 1. Küresel destek. Burda Rusya ve Çin’i saymamız gerekiyor. 2. Bölgesel destek. Burada İran, Irak  ve Lübnanlı bazı gurupları  saymamız gerekiyor. İsrail’in pozisyonu tam da net değildir. 3.’sü ise ülke içerisindeki destektir. Suriye’deki bazı toplumsal gurupların rejime verdiği destektir.Bu 3 temel unsur çökmediği taktirde  yada bunlardan biri çökmediği taktirde rejimin devrilmesi oldukça güçtür ve dışarıdan askeri müdahale gerektirir. Ya bölgesel destek çökertilecek, ya küresel destek çökertilecek. Yada ülke içerisinde ki toplumsal veya askeri ve sivil kurumlarından aldığı destek çökertilecek. Ülke içindeki kurumların ve toplumsal gurupların desteği kesilmezse rejim yine ayakta kalmaya devam edecektir. İstanbul’da gerçekleştirilen toplantıya katılan ve katılmayan ülkelere bakıldığında durum zaten ortaya çıkmaktadır. O toplantı Suriye muhalefetinin bir kısmını temsil etmektedir. Bölge ülkelerinin bir kısmı toplantıya katılmıştır. Güvenlik konseyi ülkelerinin bir kısmı toplantıya katılmıştır. Eylemlerin üzerinden 1 yıl geçmiş olmasına rağmen  rejim hala ayakta. Türkiye’nin İran üzerindeki baskısı da bölgesel desteği ekarte etmeye yöneliktir. Dolayısıyla Başbakanın İran gezisini bu çerçeveden okumakta fayda var. Zincirin halkalarından bir tanesi kopmazsa Esad rejimi Suriyede varlığını korumaya devam edebilir” ifadelerine yer verdi. Ayhan, “ İran ziyareti doğru fakat ikna edilemiyor. Bu ülkelere gidilirken aynı zamanda batıyla Fransa’yla ve Suriye ulusal muhalefeti ile de görüşülüyor. Güven ortamı bir türlü oluşturulamıyor. Sonuç olarak Türkiye-Suriye ilişkileri sıçak bir çatışmaya doğru gidiyor” dedi.
kaynak boludetay




Suriye Halkının Dostları Grubu İkinci Konferansı’nın Ardından: Esad Rejiminin Geleceği
Doç. Dr. Veysel AYHAN
02.04.2012



1 Nisan günü İstanbul hem Suriye hem de Türkiye açısından oldukça kritik ve tarihi bir toplantıya ev sahipliği yapmıştır. 1 günlük toplantının ardından açıklanan Sonuç Bildirgesinde toplantıya katılan devletler açık bir şekilde Suriye’deki siyasal sistemin meşruiyetini yitirdiğini ifade etmiş ve Annan Misyonuna da güven duymadıklarını ortaya koymuşlardır. Somut olarak Suriye Ulusal Konseyi’nin resmi tanınması konusunda bir adım daha atılmasına karşın, Konseyin beklentileri arasında yer alan askeri ve ekonomik yardım konusunda ise bir belirleyici bir adım atılmamıştır. Diğer yandan Suriye sorununun birincil derecede muhatapları arasında yer alan İran, Rusya ve Çin ve Annan’ın toplantıya katılmaması ise söz konusu aktörlerin Dostların toplantısından beklentileri olmadığına işaret etmektedir.

27 Martta Esad rejiminin Annan Misyonunu kabul ettiğini açıklaması, ardından 29 Marta Bağdat’taki Arap Birliği toplantısında Annan Misyonuna destek kararının alınmış olması İstanbul Toplantısında Annan Misyonuna özel bir önem verilmesine yol açmıştır. Annan Misyonunun yürütülmesine yönelik genel ilkelerin ortaya konmamış olmasından duyulan kaygı dile getirilmiş ve Annan’ın kısa sürede sürecin nasıl işleyeceğini açıkça ortaya koyması resmen talep edilmiştir. 7. Madde açıkça  “Dostlar Grubu, Ortak Özel Temsilciye, can kayıplarının devam etmesi halinde konunun yeniden BMGK’ya getirilmesi de dahil olmak üzere, bundan sonra atılacak adımlar için bir takvim belirlemesi çağrısında bulunmuştur” denmektedir. Ancak Rusya ve Çin’in toplantıya katılmaması Güvenlik Konseyi tehdidinin bir baskı unsuru olarak kullanılmasını zorlaştırmaktadır. (1)

Diğer yandan Suriye’nin Dostları toplantısının İstanbul’da yapılması özellikle Suriye muhalefetinin bir tarafını oluşturan Suriye Ulusal Konseyi’nin tanınmasına ciddi katkı sağlamıştır. Bu kapsamda Suriye Ulusal Konseyi’nin Suriye’deki duruma ilişkin olarak katılımcılara bir rapor sunması, Suriye Ulusal Konseyi’ni tüm Suriyelilerin meşru bir temsilcisi ve Suriyeli muhalif grupların altında biraraya geldiği şemsiye organizasyon olarak tanıması ve son olarak Konseyi Suriye muhalefetin uluslararası camia nezdinde önde gelen muhatap olarak kabul edildiğinin açıklanması önemlidir. Böylelikle İstanbul’da kurulan Suriye Ulusal Konseyi’nin Suriye muhalefetinin şemsiye örgütlenmesi olarak uluslararası alanda tanınmışlığına önemli bir katkı sağlanmıştır. Özellikle 17. Maddede belirtilen “Dostlar Grubu, Suriyelilerin önderliğinde sürdürülecek barışçıl, düzenli ve istikrarlı bir siyasi sürece teknik ve doğrudan destek dahil olmak üzere muhtemel her türlü yardımda bulunmayı taahhüt etmiştir. Bu meyanda Grup, fon sağlama ve mali destek dahil olmak üzere, Suriye halkının ihtiyaçlarının ivedilikle karşılanmasını teminen, desteğin devam ettirilmesi ve arttırılması taahhüdünde de bulunmuştur” yönündeki kararların uygulanmasında Suriye Ulusal Konseyi birincil muhatap olarak kabul edilecektir. Grup üyeleri tarafından Konseye sunulacak yardımının niteliği konusunda ise oldukça geniş bir çerçeve çizilmiştir. Doğrudan ekonomik destekten askeri desteğe kadar Suriye muhalefetinin ihtiyacı alan tüm destekler sağlanacaktır. Nitekim, Suriye muhalefetinin meşru müdafaa hakkına sahip olduğunun teyid edilmesi ile birlikte düşünüldüğünde Grup üyelerinin Suriye muhalefetini silahlandırmasının yolu aralanmış olunmaktadır.    Sonuç bildirgesinde yer alan “Dostlar Grubu, Suriye halkının kendini korumak için aldığı meşru önlemlere desteğini ifade etmiştir” paragrafı da Rusya’dan farklı olarak Dostların Suriye’deki askeri direnişi tanıdığını göstermektedir.
 
Bu noktada maddeler halinde İstanbul Toplantısında Esad rejiminin devrilmesine yönelik izlenecek stratejileri tartışacak olursak:
1. Suriye’nin Dostları İstanbul Toplantısı ile bir kez daha askeri bir müdahale kavramını kullanmaktan kaçınarak Esad rejiminin devrilmesi için diplomatik baskı unsurlarına ağırlık vereceklerini teyid etmişlerdir. İstanbul Toplantısının ardından Dostlar Grubunun bir yandan Esad rejimi ile diplomatik ilişkilerini kesmesi diğer yandan da uluslararası alanda da rejimin tüm açılardan zayıflatılması için baskılarını ve işbirliklerini artıracakları öngörülmektedir.  Bu kapsamda Annan Misyonunun başarısızlığa uğramasının hemen ardından konunun bir kez daha Güvenlik Konseyi’ne taşınması için hazırlıkların başlatıldığı görülmektedir
.
2. Esad rejimi devirmek için doğrudan Suriye’deki askeri direnişe destek verme konusunda açık bir mesaj verilmiştir. Dolayısıyla Dostlar Grubu Esad rejimini devirmek için doğrudan askeri eylemde bulunmak yerine Suriye muhalefetine askeri , ekonomik ve diplomatik destek verme kararı alarak, Suriyeli grupların bunu başarmasını sağlamaya çalışacaktır. Bu aşamadan sonra Suriye’deki silahlı çatışmaların daha da tırmanması gündeme gelebilir.

3. İstanbul toplantısı bir kez daha Rusya, Çin ve İran’ın Esad rejimine verdiği desteği ortaya koymuştur. Toplantı öncesi Rusya Dışişleri Bakanı Sözcüsünün İstanbul toplantısını dış müdahaleye gerekçe sağlama toplantısı olarak nitelendirmesi, İran’ın Başbakan Erdoğan’ın Tahran ziyaretine rağmen toplantıya katılmama kararı dikkat çekicidir. Ayrıca Press News’de yayınlanan bir ankette açıkça Türkiye’nin Suriye muhalefetine ABD, Fransa, Katar ve Suudi Arabistan’la birlikte askeri destek verdiğine dikkat çekilmektedir. Haber kanalında ABD, Katar, Suudi Arabistan ve BAE’nin Suriyeli muhaliflere 100 milyon dolarlık nakit ve askeri ekipman desteği sağlamayı teklif ettikleri belirtilmektedir. (2)
4. Türkiye Suriye’nin Dostları Grubu üyelerinin Suriye muhalefetine vereceği askeri ve ekonomik desteğin koordinasyonunda önemli bir görev alacağı düşünülmektedir. Suriye askerlerinin Lübnan toprakları içinde askeri faaliyetler yürütmesi dikkate alındığında Suriye muhalefetine verilecek desteğin merkezinin Türkiye olması kuvvetle muhtemeldir.

Doç. Dr. Veysel AYHAN ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Abant İzzet Baysal Üni. Öğretim Üyesi

Dipnotlar
 1. Dışişleri Bakanlığı Resmi Web Sitesi, Suriye Halkının Dostları Grubu İkinci Konferansı Başkanlık Sonuçları, 1 Nisan 2012, İstanbul,
http://www.mfa.gov.tr/chairman_s-conclusions-second-conference-of---the-group-of-friends-of-the-syrian-people-istanbul_-1-april-2012.tr.mfa
2. Arab states pledge $100mn to pay salaries to Syrian rebels, http://www.presstv.ir/detail/234151.html
KAYNAK ORSAM









Suriye Krizinde Tampon Bölge Tartışması
Doç. Dr. Veysel AYHAN
27.03.2012


Son günlerde Suriye’den Türkiye’ye artan sayıda mülteci gelmesi tampon bölge tartışmalarının yeniden gündeme gelmesine yol açmıştır. Bir yandan tampon bölge tartışmaları yapılırken diğer yandan da Hatay’daki mülteciler sesiz sedasız bir şekilde Hatay’daki mülteci kamplarından tahliye edilerek Kilis’te oluşturulan konteynır kente yerleştirilmektedirler. Hatay’daki mültecilerin Kilis’e götürülmesinin temel gerekçeleri henüz açıklığa kavuşmamış olmakla birlikte üst rütbeli askerlerin Hatay’da tampon bölge için fizibilite çalışmalarına başlaması Tampon bölge planının karar vericiler tarafından tartışmaya açıldığını göstermektedir.

Tampon Bölge Ve Riskler

Türkiye’den yüksek rütbeli askerlerin son günlerde Hatay’ı ziyaret etmesi, bazı iddialara göre yaklaşık 500 askeri personelin Tampon bölgeyle ilgili olarak Hatay’da arazi ve diğer koşulları araştırmaya başlamaları Başbakan Erdoğan’ın tampon bölge veya güvenli bölge dahil tüm opsiyonların masada olduğu yönündeki açıklamaları ve 1 Nisan’da İstanbul’da gerçekleştirilmesi öngörülen Suriye’nin Dostları Grubu’nun ikinci toplantısında somut kararların alınacağının ifade ediliyor olması, (1) Türkiye-Suriye ilişkilerinde gerginlikten sıcak çatışmaya doğu yeni bir sürecin başlamak üzere olduğunun işaretlerini vermektedir.

Bu çerçevede Türkiye ve uluslararası kamuoyunda Suriye’ye yönelik 3 ayrı tartışmanın yapıldığı gözlemlenmektedir. Bunlardan birincisi Tampon bölge tartışmasıdır. Türkiye veya Lübnan topraklarından Suriye içerisine askeri ve sivil bir tampon bölge oluşturulması gündemdeki yerini korumaktadır. İkincisi ise insani yardım koridoru kurulmasıdır. Özellikle çatışmaların Humus ve Hama’da yoğunlaştığı dönemlerde gündeme getirilen plan, muhaliflerin askeri olarak güçlü olduğu ve denetim kurmayı başardığı bir bölgeye dışarıdan askeri ve insani yardımların ulaştırılmasını hedeflemektedir. Bunun için de Akdeniz üzerinden bir insani yardım koridorunun oluşturulması da zaman zaman uluslararası basında yer bulmaktadır. Üçüncü plan ise daha geniş bir bölgede muhaliflere güvenli bir bölge oluşturulmasını içermektedir. Son günlerde İdlip’te yaşanan çatışmalar güvenli bölge planlarının İdlip merkezli olarak öngörüldüğüne işaret etmektedir. Ancak halı hazırda muhalifler açısında Libya’daki Bingazi örneğinde olduğu gibi güvenli bir bölge oluşturulmasına yol açacak askeri kapasitenin oluşmadığı düşünülmektedir.

Nitekim Annan Misyonu’na bakıldığından insani yardımın öncelikli hedef olarak gösterildiği dikkat çekmektedir. Rusya ve Çin’in de destek verdiği insani yardım misyonunun amacı çatışan gruplar arasında kısa süreli ateşkes sağlamak ve dış yardımcı profesyonel ekipler tarafından yürütülmesine zemin hazırlamaktır. Ancak son iki gündür süren çatışmalar Annan Misyonunun başarısını tartışmalı hale getirmektedir. Dolayısıyla Annan misyonunun başarısızlığa uğraması durumunda insani yardımının dışarıdan hayata geçirilmesi talepleri gündeme gelebilir. Böyle bir durumda da tampon bölge, güvenli bölge veya insani yardım koridoru yeniden tartışmaya açılacaktır.

Bu bağlamda Türkiye’nin sıklıkla gündeme taşıdığı “tüm olasılıklar masadadır” kavramını Tampon bölge üzerinden tartışacak olursak Tampon bölgeye ihtiyaç olup olmadığını açık bir şekilde ortaya koymamız gerekir. Salt insani nedenlerle ve mültecilerin Suriye içerisinde karşılanması amacıyla Tampon bölge oluşturulacaksa, oluşturulacak bölgenin askeri unsurlarca mutlaka desteklenmesi gerekecektir. Bunun anlamı açık bir şekilde Suriye ile Türkiye arasında bir savaşın yaşanması durumudur. Eğer karar alıcılar, Suriye ile mültecilere güvenli bir bölge oluşturmak için savaşmayı göze almışsa, bunun sonuçlarını da iyi öngörmek gerekir. Çünkü savaş yalnızca Suriye ile sınırlı kalmayabileceği gibi Suriye’de rejimi destekleyen toplumsal gruplar da Türkiye ile askeri bir çatışmaya yönelebilir. Daha açık bir deyişle Hatay’dan Lübnan’a kadar olan bölgede yaşayan Nusayri gruplar da Türkiye karşı kendi topraklarını korumak adına bir çatışma başlatabilir. O zaman Türkiye’nin yalnızca Suriye askeri ile değil aynı zamanda Suriyeli sivil unsurlarla da savaşması gerekebilir. Diğer yandan şayet Tampon bölge Kilis üzerinden açılacakça o zamanda Suriyeli Kürtlerin yaşadığı bölgede askeri bir direnişe hazırlıklı olmak gerekir. Çünkü son günlerde Mültecilerin Kilis’teki konteynır kente nakledilmesi ile birlikte Tampon bölgenin Kilis’in karşısındaki Suriye topraklarında açılması düşünülüyor olabilinir. Afrin ve köylerini kapsayan bu bölgede yaşayan Kürt azınlığın tampon bölgeye karşı çıkması durumunda Suriye içerisinde bir çatışma durumu yaşanabilir.

Dolayısıyla her iki bölgede de Suriyeli sivil veya askeri unsurlarla çatışmaya girilmesi Suriye’deki krizi derinden etkileyecek sonuçlara yol açacaktır. Diğer yandan bir NATO ülkesi olan Türkiye’nin Suriye ile askeri bir çatışmaya girmesi durumunda NATO’nun diğer üyelerinin tepkisi henüz netleşmiş değildir. Obama ve Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe’nin açıklamaları dikkate alındığında söz konusu güçlerin Suriye’ye askeri bir müdahaleyi desteklemedikleri görülmektedir. Eğer NATO destek vermez ise o zaman Türkiye’nin tek başına bir Suriye savaşı yürütmesi gündeme gelecektir. Askeri kapasite olarak Suriye Ordusu’ndan üstün bir konumda olmasına karşın sivil unsurlarında savaşa katılması durumunda Türkiye’nin savaştaki durumu tartışmalı hale gelebilir.

Diğer yandan Suriyeli sivillerin yaşanan çatışmalarda yaşamını yitirmesi durumunda uluslararası toplumun Türkiye’nin tek taraflı tampon bölge oluşturma politikasına vereceği destek de sorgulanmaya başlanacaktır. Artan sivil ölümler beraberinde ciddi eleştirilerin gelmesine de yol açabilir. Tüm bu olasılıkları göz önünde bulundurmak gerekecektir.

Toparlayacak olursak Tampon bölge denen olgu bir başka ülkenin toprağında güvenli bir alan yaratmak ise, Suriye bağlamında bunun mutlak suretle askeri unsurlar tarafından desteklenmesi gerekecektir. Askeri unsurların olaya müdahil olması ise ordular arasında bir savaşın yaşanmasına yol açabilir. Sivil unsurların da savaşa katılması durumunda Türkiye ve Suriye kısa sürede kendilerini topyekûn bir savaşın içinde görebilir. Türkiye kamuoyunun böyle bir savaşa destek verip vermeyeceği konusunda ise halı hazırda elimizde bir kamuoyu yoklamasının olmadığına dikkat çekmek yeterli olacaktır.


Doç. Dr. Veysel AYHAN

ORSAM Ortadoğu Danışmanı
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Kaynak: ORSAM
(1)    Thomas Seibert, “Turkey readies Syrian buffer zone plan”, The National, Mar 22, 2012, http://www.thenational.ae